Bilim insanı, oyuncu, politikacı, yazar ... Türkiye sinemasında Ediz Hun gibi entelektüel bir profile sahip başka bir yıldız olmadı. 1940 İstanbul doğumlu sanatçı, Oslo ve Trondheim üniversitelerinde biyoloji ve çevre bilimleri okudu. Sinema sevdası gençlik yıllarında başladı ve Genç Kızlar (1963) ile beyazperdeye ilk adımını attı. 20 yıla yakın bir süre Yeşilçam’a damga vuran oyuncuların başında geliyordu. 140’a yakın filminin birçoğunda romantik, duygusal, her daim beyefendi kalmasını bilen kahramanları canlandırdı. Ediz Hun’u yıldız yapan, rollerine büyük bir sadelik ve sahicilik katan yeteneği kuşkusuz ailesine de dayanıyordu. Felsefe öğretmeni bir anne ve makine mühendisi bir babanın tek çocuğudur. St. Georg Koleji’nden mezun oldu. İstanbul nüfusunun bir milyonu yeni yeni geçmeye ve içgöçün kentin çehresini değiştirmeye başladığı bu yıllarda, bu gelişme sinemaya da yansıyordu. Dönemin sayısız filminde kentsoylular çoğunlukla halktan kopuk maddiyatçı figürler olarak çizilirken, Ediz Hun oynadığı karakterlerde bunun tam tersini gösterdi. Romantizmi ve hiçbir zaman gösteriye dönüştürmediği entelektüelliğiyle, yığınların kendilerini özdeşleştirebildiği sıradışı bir karakterdi oldu. Sinema yazarı Burçak Evren bunu şöyle özetler: „Naif, duygusal ve de kırılgandır. İçindeki acıyı dudaklarında çığlık yerine, gözlerinde yaş yapmayı yeğleyen, etkin değil, aksine yazgısına teslim olmuş edilgin bir aşıktır. Ediz Hun; filmlerine konu alan, onulmaz, kimi zaman deva bulmaz, tamamlanmamış, ya da yarım kalan aşklarla hem beslenir, hem de tükenir. Bu yanıyla; gerçek bir kişiden çok, nostaljik esintiler ve acılar içeren, ve kitapların sayfalarından düş perdelerine düşen bir masal kahramanı gibidir.“

Tıpkı başrollerini Filiz Akın ile paylaştığı ve festival kapsamında gösterilen Ankara Ekspresi (1970) filminde olduğu gibi. Bir aksiyon filmi olmasına rağmen Ediz Hun kahramanını kendine özgü o derin kırılganlıkla oynar. Alman ordusunun Türkiye sınırlarına dayandığı 40’lı yıllarda bir Alman kadın ajana („Hilda“ rolünde festivalin diğer onur konuğu Filiz Akın) aşık olan bir binbaşıdır. Duygusallığı ve görevi arasındaki derin çelişkilerin üstesinden gelmeye çalışan, adeta kahraman olmaya zorlanan kırılgan bir „kahraman“.

Ediz Hun, dönemin erkek anlayışını da zorlar, egemen toplumsal değerlere karşı rafine bir oyunculuk yorumuyla aykırı kahramanlar yaratır. Umarsızdır ama inanır, sahiciliğiyle bütün insanlığı kucaklamak ister gibidir. Türkiye toplumunun 60’lı ve 70’li yıllarda içinde bulunduğu çalkantılı dönemlerde beyazperdede katıksız hümanizmin bir timsali gibidir. Diğer bir deyimle, Yeşilçam’ın beklentilerini kendine özgü bir dille farklı yorumlayarak yığınları kazanır.

Dünyayı değiştirme derdi de denebilir buna ki Ediz Hun için bu derdi hiçbir zaman sadece oyunculuğu ile sınırlı kalmadı. Sanatçı bugün hala dur durak bilmeden toplumsal dönüşümler için mücadele vermekte. Aktif oyunculuk kariyerini bitirdikten sonra tekrar akademik çalışmalarına dönen Ediz Hun, 1985’ten bu yana Türkiye’nin birçok üniversitesinde dersler verdi ve vermeye devam ediyor. İlgi alanı ve uzmanı olduğu çevre bilimleri, oyunculuk sanatı ve Türkiye sinema tarihiyle ilgili sayısız makale ve yazısı var. 1999-2002 yasama döneminde milletvekili olarak parlamentonun Çevre Komisyonu başkanlığını yürüttü. Çevre bilimcisi olarak yurtdışı da dahil olmak üzere konferanslar vermeye ve bilimsel makaleler yazmaya devam ediyor.

Türk Sineması’nın starlar skalasında gezinildiğinde, her birinde, güneş, tayfının birçok rengini görmek mümkündür. Hem birbirlerine çok yakındırlar hem de o denli uzak. Her biri alışılmış bildik yüzeysel tanımlamalara sığmadıkları gibi kimi şablonların içine de oturtulamazlar. Belki de starlığın ya da star olmanın o anlatılamaz, betimlenmez büyüsünün sırrı da burada; o bilinmezlikte başlayıp biter.

Filiz Akın, kadın kahramanların iyi ya da kötü diye sınıflandırılıp, iki ayrı kişide değişmez biçimde toplayan bir idealist ayrımın, erkek merkezli bir sinema için biçilmiş kadın kaftanları olduğu bir dönemde sinemaya girdi. İyi kadın, saflığın ve namusun simgesi olurken, kötü kadın ise onun tam karşıtında, günahın ve şehvetin temsilcisi olmalıydı.

‘’Sinemamızda kadının söyle katıksız melek ya da şeytan olarak keskin çizgilerle bir ayrımın içine sokulması, feodal bir ideolojinin tipik bir yansımasıydı. ‘’Ve kadın tinsel anlamda yüceltilişiyle erken erdemini, fiziksel olarak kullanılmasıyla da erkeği zaafını (bazen de gücünü) açıklayan bir araçtı.

1962’de Memduh Ün’ün Akasyalar Açarken filmiyle sinemaya adımını atan Filiz Akın’ın da bu, feodal ideolojinin belirlediği ve neredeyse bir kural haline getirdiği ‘’idealist’’ ayırımın dışına çıkması beklenemezdi. Buna ne kendisi, ne sinema ortamı, ne de seyirci hazırlıklı değildi. O da, kendisinden öncekiler gibi, aynı yolu izledi. Ya da bir dizi mutlu rastlantılar, tartışılmaz güzelliği ve kusursuz fiziğiyle örtüştürerek onun sinemadaki geleceğini kendi iradesi dışında belirledi.

Sinemanın deneyimli yönetmen yapımcılarının ilk bakışta Filiz Akın’a biçtikleri değer ise çok farklıydı. Sarışın ve de kolejli olması ona hem bir ayrıcalık getirip, sinemada entelektüel bir kadın portresi çizmesine yardımcı oluyor hem de Yeşilçam’ın klasik melodramlarının tekdüze pazılının eksik ve de ‘’aykırı’’ olan ‘’soyluluk’’ ve ‘’zenginlik’’ parçalarının tamamlamasına neden oluyordu. Onun içindir ki Filiz Akın, belirli dönemlerde sinemamızın kadınlığa atfettiği ‘’pasifliği’’; zenginliği, küstahlığı, sarışınlığından kaynaklanan görünümündeki sınırlı yabancılığı ve de entelektüel duruşu ile ‘’duygusallığı’’ise tüm bu özelliklerinden verdiği ödünlerindeki alçak gönüllülüğü ve de çehresinden hiç eksik olmayan tazelik ve masumiyetiyle sağlamının üstesinden gelebildi. O, seyircinin hem uzanabileceği, dokunabileceği-örtüşebileceği yerde, hem de gizemlerle örülmüş, anlatılmaz bir uzaklıkta kaldı. Çoğu filminde ‘’yalnızlığa tutsak’’ olması da bu yüzdendir zaten. Yalnızlığa yakışan bir kadındı. Yalnızlık ve terkedilme duygusu sinemamızda hiçbir kadına ondan daha fazla yakışmadı.

Elbette ki tüm bunlar, Filiz Akın’ın önceden kurguladığı bilinçli bir tercihi değildi. Aksine, Yeşilçam’ın onu; kuralları önceden belirlenmiş dar ikonografisine uydurmakta zorluk çekip de ayrıksılığı nedeniyle kendi kadın skalasında biçtiği ve uygun gördüğü bir yerdi.

Filiz Akın, ne seyircisini ne de kendisine bu tip karakteri uygun gören yönetmen-yapımcıları yanıltmadı. Çoğunlukla her star gibi birbirine benzeyen tip karakterleri yinelemesine karşın, tekdüzeliğe düşmedi, farklı ve ayrıcalıklı olma özelliğini-yeteneğini korumasını bildi.

116 filmlik bir sinema oyunculuğu serüveni içinde, sinemamızdaki bir starın oynayabileceği her bir türü ve kişiliği denedi. Varlıklı olmanın ayrıcalığını, küstahlık ve şımarıklıkla, yoksulluğun katlanılması zor acılarını ise, kimi zaman sınıf atlamanın önlenemez hırs ve özlemi, kimi zaman ise önceden yazılmış yazgısının bir sonucu, çoğu zaman ise erkekimsi tavırlı marjinalliği ve aykırılıklarıyla ‘’tiye alarak’’ oynayıp yansıttı. Onun için Filiz Akın’ı yalnızca, Gurbet Kuşları, Utanç, Ankara Ekspresi ve de Umutsuzlar gibi birkaç filmin içine tutsak etmemek gerek.

Ama hiçbir filminde oldukça davetkar sayılabilecek düzgün fiziği ve de sokulgan, işveli haliyle, arzunun-cinselliğin o dayanılmaz nesnesi olmadı. Çehresini sarmalayan masumiyet halesi onu hep, en katıksız sevgilerimizin düşlerdeki kadını, güzeli ve erişilmez sevdalısı yaptı.

Sevdamızın ölümsüzlüğü de, onun erişilmez, yaşı olmamış ve de hiç olmayacakmış gibi duran, gizlerle örülü o anlatılamaz, betimlenmez çehresinde saklı değil mi?

Burçak Evren, Sinema Yazarı, İstanbul

Bugüne kadar filmlerine ne bir misyon yükleyen ne de bu konuda direten Margarethe von Trotta kadın kahramanlarını öznel, son derece duyarlı ve yoğun bir yaklaşımla ele aldı. Ve bu oyuncuların hepsi „güçlü“ karakterlerdi. Örneğin Barbara Sukowa, Katja Riemann, Hanna Schygulla, Jutta Lampe, Senta Berger, Fanny Ardant, Agnes Fink ve diğer birçokları gibi. Trotta’nın neredeyse bütün filmleri koşulların dayattığı ya da kendi seçimleri nedeniyle içine düştükleri bağımlılık ilişkilerinden kurtulmaya çalışan kahramanların hikayelerini içeriyor.

1942 yılında evlilik dışı bir ilişkiden doğan Margarethe von Trotta’nın babası sanatçıydı, annesi ise Alman ve Baltık kökenli aristokrat bir aileden geliyordu. Sanata olan eğilimi genç yaşlarda şekillendi. Oyunculuk eğitimini bitirdikten sonra Der Widerspenstigen Zähmung (Direngen Terbiye) adlı filmde ilk rolünü oynadı. Kısa sürede Fassbinder ve Achternbusch gibi yönetmenlerle çalışmaya başladı. Ancak asıl amacı film yazıp yönetmekti. Bunun için ise inatçı ve direngen olmak gerekiyordu, çünkü 1970’li yıllarda kadın yönetmen yok denecek kadar azdı.

Trotta, 1971 yılında evlendiği yönetmen Volker Schlöndorff ile Strohfeuer (Saman Alevi, 1972) gibi bir dizi filmde birlikte çalışır. Bir diğer örnek, dönemin terör paranoyasının yolaçtığı bir cadı avına kurban giden bir kadının hikayesinin anlatıldığı Die verlorene Ehre der Katharina Blum (Katharina Blum’un Yiten Onuru, 1975) adlı filmdir. Heinrich Böll’ün aynı adlı romanından uyarlanan bu filmde, yazarın kendisi ve yönetmen Volker Schlöndoff ile birlikte senaryoyu yazar ve yönetmen yardımcılığı yapar.

Das zweite Erwachen der Christa Klages (Christa Klages’in İkinci Uyanışı, 1978) ise kendisinin yazıp yönettiği ilk filmdir. Bu filmde, tehdit altında olan bir çocuk kurumunu kurtarmak için banka soyan bir kadın eğitmenin sonunda boşa çıkan mücadelesini anlatır. Bir özgürleşme hikayesi anlatan film, kahramanın kendisiyle yüzleşme sürecini ve dönemin tarihsel portresini kadın bakış açısından ele alırken, son derece duyarlı anlatım dili sayesinde öğretici olma derdinden tamamen uzaktır.

Ardından Schwestern oder Die Balance des Glücks (Kızkardeşler Ya da Mutluluğun Dengesi, 1979) adlı filmi çeken Trotta, kızkardeşler motifini Die bleierne Zeit ve Heller Wahn adlı filmlerinde de farklı açılardan işler. Sanatsal anlamda büyük bir başarıya ulaşan Die bleierne Zeit (Kurşun Yıllar, 1981), yönetmenin uluslararası alanda tanınmasını sağlar. Film, Christiane und Gudrun Ensslin kardeşlerin yaşam öykülerinden yola çıkan bir dramdır.

Ancak Heller Wahn (Katıksız Çılgınlık, 1982) yurtdışında büyük övgüler alırken – erkek – Alman eleştirmenlerin kötü niyetli eleştirilerine hedef olur. Başrollerini Hanna Schygulla ve Angela Winkler’in oynadığı, Michael Ballhaus’un ise görüntü yönetmenliği yaptığı bu film de konformizm ve bağımlılıktan kaçıp kurtulma mücadelesi veren bir hikaye anlatmaktadır. Son derece duyarlı ve güçlü bir estetiğe sahip olan filme kuşkusuz hakettiğinden çok daha az değer verilmiştir.

Rosa Luxemburg (1986) ise eleştirmenler ve seyircilerden bu kez çok farklı tepkiler alır: „En çok korktuğum filmdi ... Yaşamadığım bir dönemi anlatacaktım.“, der Trotta. Senaryo özgün konuşmalara ve yazılara dayanmaktadır ve Barbara Sukowa’nın oyunculuğu sayesinde sahip oldukları enerji ve analitik zekadan hiçbir şey yitirmezler. Rosa Luxemburg, boyun eğmez, son derece cesur, olağanüstü zeki, mücadeleci olduğu kadar sevmesini de bilen duyarlı bir kadının canlı ve somut bir portresini çizer.

Yurtdışında da çektiği birçok filmden sonra Margarethe von Trotta Hannah Arendt (2012) ile yine önemli tarihsel bir kadın figürüne eğilir. Filme adını veren kahramanı yine Barbara Sukowa oynar. Hikaye, Kudüs’te Hannah Arendt’in de izlediği ve ardından üzerine son derece provokatif ve sert bir dille kaleme aldığı „Banalität des Bösen“ (Kötülüğün Sıradanlığı) adlı kitabını yazdığı Eichman Davası döneminde geçer.

2017’de çektiği son kurmaca filmi Forget about Nick (Eski Kocam[ız]) ilk bakışta çok farklı görünen bir konuya yoğunlaşan Trotta, bu sefer iki kadının birbirleriyle mücadelesini anlatır. Bu arada „Nick“ rolünü Türk oyuncu Haluk Bilginer oynar. Trotta bu filmden kısa bir süre sonra ise, içindeki film yapma arzusunu uyandıran Das siebente Siegel (Yedinci Mühür) adlı filmin yönetmeni Ingmar Bergman üzerine çektiği Auf der Suche nach Ingmar Bergman (Ingmar Bergman’ı Ararken) adlı belgesele imza atar. O Bergman ki başka hiçbir yönetmende olmadığı kadar güçlü kadın kahramanları hikayelerinin merkezine oturtmuştur ve ama o da hiçbir zaman sadece bir „kadın filmleri yönetmeni“ olmamıştır.

Jochen Schmoldt, Gazeteci, Nürnberg